Seçim kampanyası sona erdi. Biz Yeşiller açısından sağ oluşumlara ve Avrupa karşıtı söyleme dair zaman zaman zorlu bir mücadele oldu. Tartışma konularının çoğu zaman pek bir önemi yoktu, tek mesele Avrupa’ya “evet” mi “hayır” mı dediğimizdi. Dolayısıyla, nasıl bir Avrupa istediğimizi anlatma fırsatı olamadı. Bu mücadelede, Yeşiller’in Avrupa Komisyonu Başkanı adayıydım ve dolayısıyla temel bir noktayı, seçmenin sesinin önemli olduğunu da savunmam gerekti. Sonuç olarak, Konsey Juncker’i aday gösterdi ve Parlamento’nun seçimiyle Jean-Claude Juncker Komisyon Başkanı oldu. Avrupa demokrasisinde bir adım ileri gittik, ancak yalnızca bir adım.
Kampanya sırasında, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) adaylığı neredeyse tartışılmadı. Bundan beş yıl önce, “Türkiye sorunu” çok daha merkezdeydi ve bu konuda alınan tavır muhafazakârlar ile ilericiler arasında belirleyici bir ayrımdı. O zaman, ilerici oluşumlarda adaylık müzakerelerinin Türkiye’de insan hakları, sosyal ve çevre standartları konusunda önemli bir rol oynayacağına dair umut ve inanç vardı. Durum şimdi farklı.
Bu değişimin Türkiye ve adaylığıyla ilgili çalışmalarımız açısından ne anlama geldiğini biraz durup düşünmemiz gerekiyor. Bence biz, yani Türkiye’nin içinde ve dışında olup bu ülkedeki siyasî gelişmelerle ilgilenenler, değişimi savunma tarzını değiştirmeliyiz. Bu makaleyle ben de bu tartışmaya katkıda bulunmayı umuyorum.
Güçlü bir ışık ve yer yer gölgeler
25 Mayıs seçimleri Avrupa Parlamentosu’ndaki Yeşiller Grubu’nun biraz küçülmesine neden oldu. Grubun 58 olan üye sayısı (Özgür Avrupa Birliği, bir Korsan Partisi ve birkaç bağımsız üye ile birlikte) artık 50. Kayıplar beş sene öncesinin şahane sonucunu tekrarlayamadığımız Fransa’dan, ağırlıklı olarak yeni seçim kanunu nedeniyle Almanya’dan, birer parlamenter kaybettiğimiz Finlandiya, Danimarka ve Hollanda ile tek parlamenterimizi kaybettiğimiz Yunanistan ve Portekiz'den. Bu kayıplar başka yerlerde kazandığımız büyük başarıları gölgeliyor. Avusturya ve İngiltere’den parlamenter sayımızı ikiden üçe çıkardık. İsveç’te ise artık en büyük partiyiz, parlamenter sayımızı ikiye katlayarak ikiden dörde yükselttik. Ayrıca, Macaristan’da da Yeşiller için temsiliyet sağladık. Genel olarak, pek çok yerde Yeşiller daha iyi sonuç aldı, ancak Avrupa’nın güneyi ve doğusu ilerisi için zorluk teşkil etmeye devam ediyor.
Genel sonuç: Sağın yükselişi
Yeşiller kendileri açısından seçim sonuçlarını kutlayabilir, ancak genel durum bizim için daha düşündürücü. Aşırı sağın oy oranları bazı tahminlerden daha az vahim olsa da – örneğin Hollanda’da sağcı popülist partiler kaybetti– gene de oldukça yüksek. Fransa’da Ulusal Cephe ve İngiltere’de Birleşik Krallık Bağımsız Partisi sandıktan birinci çıktı, başka birçok aşırı sağ parti de meclise girdi. Dolayısıyla, şimdiye kadar olduğu gibi devam edemeyeceğimiz, aşırı sağa karşı çabalarımızı artırmamız gerektiği açık. Bir Alman olarak, Alman Nazi partisinin Avrupa Parlamentosu’da bir sandalye kazanmasını tahammül edilmez buluyorum. Üstelik, Avrupa Parlamentosu’nda başka faşist partiler de var; Ulusal Cephe onlarla karşılaştırılınca ılımlı kalıyor.
Bu partilerin neden bu kadar başarılı olduğu ayrı bir makale konusu, ancak, burada bunun nedenini kısaca şöyle özetleyebiliriz: Siyasete dair derin bir memnuniyetsizlik ve siyasetin gerçek hayattan, gerçek sorunlardan –kısmen gerçek, kısmen hissî– kopuk olduğu, yasamanın ortalama bir vatandaşın ihtiyaçlarına asla cevap vermediği algısı. Aşırı sağ partiler protesto zemini önererek bu boşluğu hedefliyor ve ortalama bir adamın (evet, kadının değil) yanında, kurulu siyasî güçlere karşıymış gibi gösteriyorlar kendilerini. Almanya için Alternatif Partisi gibi açıkça seçkinci partiler için bile bu geçerli. AB bu noktada iyi bir günah keçisi oluyor, çünkü uzak görünüyor, bürokratik ve kolayca ulusal hükümetlerin kötü siyasaları nedeniyle bile suçlanabiliyor. Aşırı sağın yapması gereken tek şey, söylemini AB’ye karşı halihazırdaki mevcut memnuniyetsizliğin üzerine inşa etmek.
Türkiye’nin AB üyeliği şimdiye kadar sağ siyaset ve aşırı sağ kampanyalar için önemli bir konu oldu. Türkiye bu seçimlerde ise göç ve İslâm’a ilişkin önyargılar çerçevesinde gündeme geldi, ancak kampanyalarda önemli bir rol oynamadı. Ancak bu, Türkiye’nin aşırı sağın gündeminden düştüğü anlamına gelmiyor. Tam tersine, Türkiye onlar için göçmenler ve Müslümanlar gibi, karşı oldukları birçok şeyin sembolü. Erdoğan’ın otokratik tarzı bazı aşırı sağcı liderleri etkilese de Türkiye’nin üyeliği onları harekete geçirmeye devam ediyor. Bu durum geçen yasama döneminde açığa çıkmıştı: Türkiye'nin üyeliğine dair tartışmalar muhtemel faydalar ve pürüzlerle üyeliğine dair değildi. Konu hep Müslüman bir ülkenin üyeliği ve AB topraklarına daha fazla (Müslüman) göçmenin gelmesiydi. Bu ırkçı ve İslâmofobik yaklaşım maalesef ana akım merkez-sağ partiler tarafından da benimsendi ve böylece Müslümanlar ve Müslüman olduğu düşünülen kişilere dair genel önyargıya meşruiyet kazandırdı. AB-Türkiye Ortak Parlamento Komisyonu’nun bu ideolojiyi doğrudan kameralara yansıtmak için en çok tercih edilen platformlardan biri olacağı açıkça görülüyor.
Muhafazakâr partiler birçok Avrupa ülkesinde İslâm karşıtı hissiyatı harekete geçirmeye çalıştı. Örneğin, Birleşik Krallık Bağımsız Partisi’nin olası oylarını kazanmak amacıyla David Cameron Birleşik Krallık’ın Hristiyan bir ülke olduğunu söyledi. Başka birçok muhafazakâr da Avrupa'yı “Hristiyan değerler”e bağlamaya çalışıyor.
Üyelik müzakerelerinde pek gelişme olmadığı ve uzun süredir Türkiye’nin üyeliğini destekleyenlerin gözünde, Erdoğan kendisini gittikçe daha az popüler hale getirdiği için Türkiye bu oyunun kolay bir kurbanı. Kimse kaybetmiş olmuyor. Bu şu an doğru olsa bile, Türkiye’nin daha da şeytanîleştirilmesinin ve İslâmofobi’ye gösterilen toleransın uzun dönemli etkileri felaket olabilir.
Önümüzdeki zorluk
Farklı aşırı sağ oluşumlarla nasıl baş edeceğimizin yanı sıra, ileride nasıl çoğunluk sağlayabileceğimizi de düşünmemiz lâzım. Son beş yılda mümkün olan, ancak çok az değerlendirilen, sosyal demokratlar, liberaller, Yeşiller ve radikal soldan oluşan ilerici çoğunluk artık mevcut değil. Avrupa Halk Partisi’nin muhafazakâr üyeleri, sosyalistler ve liberallerden oluşan koalisyon şimdi Parlamento’da çoğunluk ve yeni yasamayı belirleyecek olan da onlar. Bu da şeffaflık ve siyasî tartışma konusunda ciddi sorunlar yaşanacağını, Parlamento'nun aşırı sağa karşı ihtiyacı olan araçlardan mahrum kalacağını gösteriyor.
Avrupa Parlamentosu’nun bazı üyeleri sağ popülist ve aşırı sağcı gruplara karşı yeni teknik ve yöntemsel kurallar öneriyor. Nazilerin Parlamento’ya girmemesi için Alman Parlamento üyelerinin Almanya Meclisi’ndeki konumlarına dair haklarını kaybetmeleri önerildi. Ayrıca, popülistlerin komite başkan yardımcılığı gibi önemli konumlara gelmemeleri konusunda sözlü anlaşmalar yapıldı. Ancak, bu yöntemler onlara karşı siyasî mücadeleyi kazandırmayacaktır, dolayısıyla, onlara siyasî zeminde karşı gelmemiz gerekiyor. Nerede durduğumuzu ve niye orada durduğumuzu açıkça belirtmeliyiz. Daha az değil, daha fazla tartışmalıyız. Maalesef, üyeler, partiler ve hükümetler radikal sağ gruplardan o kadar korkuyor ki, sağcı tartışmaları taklit etme ihtimalleri daha yüksek. Bu da onlara meşruiyet ve yeni destek sağlayacaktır. Merkez partiler göç ve Avrupa dayanışması gibi konularda sağa yanaştıkça, rakiplerine “bakın, biz haklıydık” deme şansını veriyor.
AB-Türkiye üyelik müzakereleri
Tüm bu dinamikler AB-Türkiye ilişkilerinde de rol oynuyor. Seçim sonuçlarını göz önünde bulunduran hükümetler temkinli davranıp sağa kayacaklar; dolayısıyla, üyelik müzakerelerindeki gelişmelere karşı çıkma ihtimalleri daha fazla. Kamuoyu görüşü olduğuna inandıkları şeye karşı durmaya cesaret edemeyeceklerdir.
Parlamento’nun Türkiye’nin üyelik müzakerelerinde önemli bir rolü yok. Ancak, AP seçim sonuçları Ortak Komite’de yaratacağı rahatsızlıktan daha önemli. Türkiye hükümetinin AB’nin 28 üyesinin arasına katılmaya dair isteğinin devam ettiğini varsayarsak, bu durum Türkiye’nin umutlarına karşı tek ve hatta en büyük tehdit değil.
Erdoğan son zamanlarda, AB ile ilgili konularda pek konuşmuyor. Kendisiyle ilgili yolsuzluk skandallarını, Gezi protestoları sonrası çıkan tüm eleştirileri ortadan kaldırmak ve yeni mega-projeler ilan etmekle meşgul. Üyelik için en önemli motivasyon Komisyon’un ABD ile görüşmelerini yürüttüğü ve Gümrük Birliği üyesi olarak Türkiye’yi etkileyecek, ancak Türkiye’ye hiçbir getirisi olmayacak bir serbest pazar anlaşması. Türkiye’deki işletmeler kaygılı, ancak hükümetin üst kademeleri bu kaygıdan henüz etkilenmiş görünmüyor.
Öte yandan, AP’nin Türkiye’nin üyeliğini destekleyen parlamenterleri bile Erdoğan'ın siyaset tarzına cevaben müzakerelerin dondurulması talebinde bulundu. Ancak, böyle bir girişim dondurulacak önemli bir gelişme sağlanmış olsaydı etkili olurdu. Şu andaysa yalnızca verili durumun resmîleşmesini sağlayacaktır. Böylece, bir kere daha üyelik sürecinin tüm hatalı yönleri su yüzüne çıkıyor. Eğer müzakereler başlatıldıysa, ciddiyetle devam edeceğinden emin olunmalı ve başta temel haklar ve adalet olmak üzere, önceliği en önemli konular almalı. Bu başlıklar en son değil, en önce açılmalı. AB bu başlıkları açmış olsaydı, Kürtlere ve Gezi göstericilerine açılan davaların tartışılacağı önemli bir zemin olurdu; bağımsızlığı kısıtlayan adlî reformlara dair kaygı belirtmek için bir neden olurdu; yolsuzluk karşıtı çalışmalarda yer alan polis memurları ve savcıların görevden alınmasıyla ilgili de söyleyecek daha çok şey olurdu. Ancak, AB hükümetleri ticaretten bahsetmekten hoşlanıyor, konu insan haklarına geldiğinde ise sesleri yüksek çıkmıyor. Tanınma ile alâkası olmamasına rağmen, Kıbrıs hâlâ hayatî başlıklardan çoğunu bloke ediyor.
Ne yapmalı?
Yeşiller Türkiye’deki aktivistlerle ve herkesin haklarına saygılı, daha açık bir Türkiye için mücadele eden tüm gruplarla ilişki içerisinde olmaya devam etmeli. Yapılacak çok şey var. Ancak şu ana dek, üyelik müzakereleri hep temel kaldıracımız oldu. Türkiye’deki mevcut durum ve AB’de aşırı sağın baskısı çerçevesinde bu gittikçe zorlaşıyor. Dolayısıyla, ilişkimizin devamı için başka bir zemin bulmamız gerekiyor.
AB genişleme kriterleri hep iyi ve yankı bulan bir zemindi. Ancak, artık şununla yüzleşmemiz gerekiyor: Konu insan hakları olduğunda bu kriterler oldukça muğlaktı ve yalnızca dışarıdan gelen gereklilik ve koşullara işaret etmeleri hiçbir zaman sorunsuz bir nokta değildi. AB kuralları ne diyor diye düşünmek yerine, içerideki koşullara odaklanmak özgürleşmek için yeni fırsatlar sağlayarak gerçek ihtiyaçlara yönelmemizi mümkün kılacaktır. Nasıl olsa, şu anki durumda genişleme kriterlerini saymanın pek bir anlamı yok. Ancak bu, AB aktivistleri ile Türkiye’deki grupların bağı kesilmeli anlamına gelmiyor. İhtiyacımız olan başka bir tartışma; belki de Türkiye'deki kanunlar ve yerel seçimler üzerine odaklanmak.
Türkiye’deki sivil toplum örgütlerini desteklemek isteyen güçler yeniden organize olmalı. Türkiyeli eşdüzeylerinin önderliğinde rollerinin destek vermek olduğunu anlamalılar. Gezi protestoları sırasında, Avrupa'nın her yerinde Türkiye konsoloslukları önünde dayanışma gösterileri düzenlendi ve böylece hükümetlerin Erdoğan'a güçlü bir mesaj vermesi için baskı yapıldı. Erdoğan mevkidaşlarının baskısını çok umursamadı, ancak gene de bu tür desteklerin bize ilerlememiz gereken yolu gösterebileceğini düşünüyorum. Türkiye’de insanlar kaygılandıkları konulara dair hükümetleri üzerinde baskı oluşturdular ve dışarıdaki insanlardan da destek alabildiler. Böyle bir yaklaşımın, herhangi bir konunun gündeme gelmesinden önce yapılacak bir dışarıdan baskıdan daha anlamlı olma şansı olduğunu düşünüyorum.
Üyelik üzerinden yürütülen bir yaklaşımın sınırları açıktı, müzakereler giderek sonuçsuzlaşacak ve üyelik hedefi daha da uzakta görünecekti. Burada önerdiğimiz yeni yaklaşımın da önünde engeller mevcut. Son derece kutuplaşmış bir toplum ve anti-demokratik düzeyde yüksek bir seçim barajı, ses getiren bir muhalif siyasî güç oluşturmayı neredeyse imkânsız kılıyor. AKP Gezi ve yolsuzluk iddiaları sonrasında dahi yerel seçimlerde büyük başarı kazandı. Erdoğan yüzde 52’ye yakın oyla cumhurbaşkanı seçildi.
Yerel hareketin etki, gizlilik ve dayanıklılığa ihtiyacı var. Ancak, bugünkü durumda bile geçtiğimiz yıllardaki büyüme kriterlerine dair basın açıklamalarından çok daha fazla dikkat çekiyor ve değişim getiriyorlar. Dolayısıyla, cesaretimiz kırılmasın. Türkiye sivil toplum hareketinin gücü kendisinde yatıyor. Dış aktörler ise Türkiye’de tanımlanan koşullar çerçevesinde destek olmalı. Ancak o zaman neyin katkıda bulunacağını bilebiliriz. Dengelerin değişmesinin vakti geldi.